Dijital doğanlara, çoğunluğunu 90’lı
yıllarda doğmuş olanların oluşturduğu kitle diyebiliriz. Cep telefonu öncesi iletişim
tekniklerini (mektup, sabit telefon, faks) bir efsane gibi “uzak, çok uzak
diyarlardan” hikâyeler biçiminde algılayan bir kuşaktan söz
ediyoruz. Dijital doğanlar kuşağının yaşamı, deneyimin
öncesinde ve sonrasında gösterim ve performansa dayanıyor.
Sosyal medyanın büyümesi, daha doğrusu
tekno-bilişimin kazandığı gelişim hızında, dijital doğanlar kuşağının temel
motivasyonu online gösterim yapma arzusu. Gündelik yaşamda kişiliğimizin sunumu
demek olan imajlarımız, sosyal medyada da ön plana çıkıyor hatta bütünlüğümüzü
yansıtıyor. Yeni kuşak için
yaşam, genellikle eylemi yaşamak değil eylemin yaşandığını göstermek oluyor. Tabi ki etkisini ve cazibesini önceki
kuşaklar üzerinde de gösteriyor. Dijital dünyadan önce doğanlar da aynı
etkileşime girmek istiyor. Böylece D.Ö
ve D.S. diyerek iki kuşak birleşmiş bulunuyoruz.
Basit bir örnek vermek gerekir ise,
tarçınlı bir sütlü tatlının damak tadını tamamlayan hatta belirleyen şey; bir
sosyal medya alanında tatlımızın resmini paylaşmak veya tatlının damağımızda bıraktığı tadı
140 karakter ile yazıya dökmek olabiliyor. İyisi
ve kötüsü tartışma konusu bu yeni gibi görünen bu durum, temelleri çok zaman öncesinden
dayanan “gösteri toplumu”
kavramının ete kemiğe bürünmüş hali olarak yaşamımızı sarmalıyor. Artık iş yaşamımızda
ve özel hayatımızda gösterimlerimizle var olmak zorundayız. Yaşam, online ve
offline imajların içinde değerlendiriliyor.
Dijital doğanlar kuşağının online
yaşamları, doğası gereği “olağan
şüpheliler” kuşağını da
kitlece büyütüyor. Çok fazla sayıda ve hızla tükenen medyalar ve görsel-işitsel
malzemeler, zorunlu olarak gizlilik ve güvenlik isteğini pekiştiriyor. Özel
yaşamaların paylaşılması, çatışmaların sosyal medyada çeşitlenmesine neden
oluyor.
Bir mekândan check- in yapıp, çektiğimiz
resme sepya filtre uygulayıp, tweetlemek veya facelemek artık göreneklerimiz
arasına girmiş durumda ve seviyoruz. Gittikçe hızlanan bu iletişim biçimi,
bugünümüz için doğru bir sosyal yaşam biçimi oldu. Ama doğrularımızın bile
mobilite ve rekabet ortamında sorgulanması, yenilenmesi gerekebiliyor.
Milenyum dünyasının halkları içinde
bizler, 1950 yıllarda akademik teori olan “gösteri toplumu”nu iş ve özel yaşam
içinde deneyimlemek zorundayız. Gösterme,
gösterimin önüne geçmiş bulunuyor.
Şimdiki kuşakların unuttuğu kelimeler
(cilve, edep v.s.) ve haller (vuslat, hicran v.s.) Çok uzak olmayan bir gelecekteki
kuşakları için hayaller ve özlemler olacak.
Ahmet Usta